9 Kasım 2014 Pazar

#Bugün,Mine Kırıkkanat'ın bir yazısını okudum.
Bir öykü anlatmıştı yaşanmışlığa dair.Öykü şuydu:Meksikalı bir ressam kanser olur.Öleceğini bildiğinden,artık köşesine çekilir ve ölümü beklemeye başlar.
Umudu bitmiştir ve işte o anda telefonu çalar.
Karşısında,40 yıl önce aşık olduğu ve tablosunu yaptığı kadın vardır.
Kadın der ki:''40 yıl önce tablomu yapmıştın ama imzanı atmamıştın.Şimdi,bir kızım var.Gelsem,tabloya imzanı atar mısın?''
Burdaki gizli amacı elbette ressam da fark eder ve ''Evet''der.
Kadın,arkasında bir gazeteci ordusu ve kızı ve tabloyla,300 km yol katedip gelir.
Ressam,siyah bir boya ve fırça ister.Tablonun karşısına geçer,siyah boyayı tabloya boca eder,fırçasıyla üstünü çizer ve''İşte imzamı attım''der.
Yaşarken,sizi önemseyen pek çıkmaz da,ölünce tablolarınız değerlenir,hemen her ressam gibi.
Bu öykü,bana bir İstanbul anımı anımsattı.Ayrıntıyı es geçiyorum ama okulun son sınıfında,Haluk Hocanın yüzünden,o heykeli,Haydarpaşa'nın tepesinden Harem yoluna attığıma hala inanamıyorum.Şimdi o heykelim elimde olsaydı keşke. 
20'li yaşlarımda yaptığım bu şeyi,şimdi yapar mıyım?
Tabi ki,yaparım.İnsanları çıkarı için kullanan,beklenti içine giren insanlardan hiç haz etmem çünkü. 
Her işin bir karşılığı vardır elbette ama bu maddi çıkara dayanmamalı.İnsan,her şeyi para karşılığı yapmaz. Hatır diye de bir duygu var değil mi?
En iyisi,ben de tablolarıma sıkı bir imzamı atayım.Belli mi olur?Yarın,bir gün ölümlü dünyadayız.Şimdi para etmez ama kızımın,torunlarımın geleceğini garanti altına almak gerek.
İmzasını atmadığım tablomu alan var mı? 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder